Sendikal mücadele bir özgürlük mücadelesidir. Sendikalar çalışma yaşamı başta olmak üzere tüm toplum için hak ve özgürlükleri geliştirme kavgası verirler.
Bu mücadele içinde yasaların önemi yadsınamaz. Yasal düzenlemeler genel çerçeve olarak her zaman işçilerin ve sendikaların oluşturmaya çalıştığı temel güvenceler niteliğindedir.
Bu mücadele ulusal ve uluslararası düzeylerde birlikte sürdürülmüştür. Bugün de işverenler- devletler ve işçi sendikaları arasında söz konusu ilişki, zaman zaman çatışmalı, zaman zaman barışmalı bir şekilde varlığını sürdürüyor.
Yine de hak ve özgürlükler ile yasal düzenlemeler arasındaki ilişki tartışmalıdır. Genel bir çerçevede hak ve özgürlükleri güvenceye alan düzenlemeler ne ölçüde gerekliyse; ayrıntılı hükümler getiren ve her olayı düzenlemeye çalışan yapılar da o denli gereksiz ve sakıncalıdır.
Özellikle Türkiye’de bugün sendikal alanda, toplu sözleşme düzeninde ve grev hakkına ilişkin uygulamalarda ortaya çıkan çözümsüzlükler bu tartışmayı yeniden alevlendirmiş bulunuyor. Örneğin sendika üyeliğinin güvencesi konusu: Özellikle yeni örgütlenmelerin adeta kaçınılmaz bir yazgıya dönüşen işçi kıyımlarına yol açmaması için, yeni yasal düzenlemeler gerektiği konuşulmaktadır.
Örneğin neredeyse 10 yıla uzanan yetki itiraz davalarının süresini kısaltmak için yasal düzenlemeler tartışılmaktadır.
Türkiye’de ekonomik ve toplumsal yaşamı yasayla düzenleme, olumlu ya da olumsuz yönleriyle ele alınabilecek yaygın bir eğilimdir. Gerçi son 20-30 yılda ‘’serbest piyasa ekonomisi’’ uygulanırken sermaye alabildiğince özgür bırakılmış bulunmaktadır. Buna karşılık toplumsal hareketler için tam tersi eğilim geçerlidir. Birileri her zaman yeni yasal düzenlemelerle hak ve özgürlükleri geliştirmenin yolunu açmaya çalışmıştır. Başka birileri de toplumsal açıdan sakıncalı gördükleri gelişmeleri önlemek için yasaklayıcı nitelikteki yeni yasal düzenlemeleri gerekli görmüşlerdir.
‘Yasacılık’, yaşanan toplumsal sorunların yasal düzenlemelerle ortadan kaldırılabileceğini öne sürer. Bu nedenle hak ve özgürlükleri geliştirmek için ayrıntılı yasal düzenlemeler yapılmasını önerir. Dolayısıyla, örneğin yetki uyuşmazlıklarında işverenlerin kötü niyetli girişimlerle yargı sürecini uzatmasını önlemek için bazı sınırlamalar getirilmesi önerilir. Onlarca yıldır süren bu durumun 6356 sayılı yasa çıkarılırken yapılan bazı düzenlemelerle çözüleceği ön görülmüştür. Bu amaçla, Yargıç’a; ‘’güçlü kanıtlar yoksa, dava açmadan karar verme yetkisi’’ tanınmıştır. İşkolu itirazları bekletici sorun olmaktan çıkarılmıştır. İşkolu değişikliklerinin bir sonraki toplu sözleşme için geçerli olacağı ve yetki sürecini durdurmayacağı hüküm altına alınmıştır. Yetki davalarında ve işe dönüşlerde süre kısıtlamaları ön görülmüştür. Yargılamayı hızlandırmak adına Bölge Adliye (İstinaf) mahkemeleri oluşturulmuştur.
Bu düzenlemelerin tümü son on yıl içinde uygulamaya konulmuş bulunmaktadır. Buna karşın sendikal haklar ve toplu iş sözleşmesinin son on yıllık uygulamasının bugün ulaştığı aşama, tarihte görülmeyen uzunlukta yetki davaları ve iyice acımasız bir nitelik kazanan yoğun işçi çıkarmalardır. İşçi çıkarmayı önleyecek ceza yasası hükümleri de; yargılamayı hızlandırmaya yönelik yeni yasal düzenlemeler de hiçbir olumlu sonuç vermemiştir.
Bugün işverenlerin çoğunluğu hala örgütlü-sendikalı işçi gördüklerinde ‘’arenada kırmızı görmüş boğa gibi’’ saldırmaktadır.
Şimdi yeniden, ‘yeni’ yasal düzenlemeler yapılarak çözüm arama girişimleri yoğunlaşmıştır. Örneğin, yetki itirazının toplu görüşme sürecini durdurmaması gibi öneriler ortaya koyulmaktadır. Yasadaki sürelere uymayan yargıçların cezalandırılması önerisi konuşulmaktadır. ‘Yasacı eğilim’ derken anlatılmak istenen yaklaşım tam da budur.
Neden işçi çıkarmanın önüne geçilememektedir?
Ceza yasasında yer alan 2 yıla kadar hapis cezasına karşın, yeni örgütlenen işyerlerinde sendika üyesi olan işçilerin işten çıkarılmaları neden her geçen gün artmaktadır? Var olan düzenlemeler neden engelleyici olamamaktadır? Yasal hükümlerin uygulanmamasından kaynaklanan bir sonuçsa bu; yasal hükümler neden uygulanmamaktadır? Hakkın kötüye kullanımı ya da yasaya karşı hile niteliğinde olduğu açıkça görülen bazı uygulamalar neden engellenememektedir? Örneğin yetki itiraz süreçleri neden 10 yıla kadar uzayabilmektedir? Üstelik yasalarda, bu tür sonuçlara yol açacak kötü niyetli girişimleri önlemek için yeterli düzenlemeler bulunmaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi, Lastik-İş Sendikasının başvurusu ile 10 yıla yakın süren bir yetki tespit davasının; ‘’yasalara ve iyi niyet kurallarına uygun sonuçlanmış sayılamayacağına’’ karar verilerek tazminat cezasına hükmetmiştir.
Öyleyse olan biten nedir?
Olan biten ‘yasakçı’ anlayışların egemen olması ve boşlukları doldurarak hukuki yoldan ‘yeni’ çözümler üretme ‘becerisini’ gösterememesidir.
Çünkü, dünya üzerinde bütün ‘’delikleri tıkayacak’’ bir yasal düzenleme örneği oluşturabilmek mümkün değildir. Açıkları kapatmak için yapılan her yeni yasal düzenleme, birileri için ‘’yeni açıklar’’ yaratacaktır.
Yalnızca yasal düzenlemeler yapılarak çalışma ilişkileri alanında sorunlar çözülemez. Yasacılar, yasakçıların engellemesiyle her zaman birkaç adım geride kalacaktır.
Ünlü benzetme ile söylersek; bataklıkları kurutmak için çaba göstermeden, sivrisinekleri öldürerek onlardan kurtulmak mümkün değildir! Dolayısıyla, sorun, öncelikle tek tek yasal düzenleme yapılarak çözülebilecek bir sorun değildir.
Sorun bir sistem sorunudur.
Ne denli sağlam görünürse görünsün; yasal düzenlemeleri ‘işlemez duruma getiren’ de budur.
Dolayısıyla sivri sineklerle mücadele edilirken (gerekli yeni yasal düzenlemeler yapılırken); bataklığı kurutmaya ve yeni sivrisineklerin üremesini engellemeye yönelik adımlar da (sistem değişikliğini sağlayacak yapısal adımlar) gerçekleştirilmelidir. Örneğin işyeri sözleşmelerinde referandum yolu ile yetki sorununu çözmek gibi. Ya da çok düzeyli toplu pazarlığı tartışarak yeni bir sistemi ortaya koymak gibi. Benzer şekilde toplu sözleşme düzeninin tüm çalışanları kapsayacak şekilde genişletilmesinin nasıl gerçekleşebileceğini konuşmak gibi.
Yoksa, bugün var olan sistem içinde, onlarca değil, yüzlerce yıl geçse, sendika üyesi %15-20’yi; toplu sözleşme kapsamında çalışanların sayısı da %10’ları geçemez!
İşçi hareketinin ve sendikaların, egemen güçlerden ve devletten bağımsız olarak gelişmesi ise hiç sağlanamaz..!
Geçmişini bilmeyen, kendini tanımayan, haklarına kıskançlıkla sahip çıkmayan, bağımsız hareketini geliştiremeyen işçi sınıfı ise işverenlerin ve devletin ‘’verdiği’’ ile yetinmek zorunda kalacaktır. Toplumların gelişme süreci içinde tarihsel olarak kanıtlanan en ‘’somut’’ gerçek budur!
Yasakçılar her şeyden önce işçi sınıfının kendisini tanımasına ve mücadelesini bağımsız bir şekilde yürütmesine engel olarak işe koyulmaktadır. Yasacılar da, yasakçılar karşısında, sınırlamaları dengelemeyi öngören yeni yasal düzenlemelerle çözüm yolu bulmaya çalışmaktadır.
Oysa asıl aradığımız yasal düzenleme değildir. Temel haklarımızı güvence altına alan genel çerçeveler dışında, istediğimiz şey özgürlüktür. Asıl aramamız gereken, zorunlu olanlar dışında yeni yasaklara yol açabilecek ayrıntılı yeni düzenlemeler değil; tüm yasak ve sınırlamaların kaldırıldığı bir özgürlük ortamı olmalıdır.