20.yüzyıl, insanlık tarihine büyük değişim ve dönüşümlerin gerçekleştiği bir dönem olarak yazıldı. 1900’lü yıllar boyunca dünya savaşlar, devrimler, ekonomik bunalımlar ve çalkantılarla dolu bir dönemi yaşadı. 20.yüzyılın ilk yarısına iki dünya savaşı sığdı. 1918’de biten I. Dünya Savaşı’nın ardından 1929’da patlayan küresel ekonomik bunalım yeni bir dünya savaşına yol açtı. 1945 ve sonrasında ise tüm ülkelerin ilişkilerinin ve uluslararası kurumların yeniden yapılandığı bir dönem başladı. I. Dünya Savaşı’nın külleri içinden sosyalizm doğdu. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisi durumuna gelmesine karşın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, 1989’da dağıldı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra işçi sınıfının sistem içinde kendisini yeniden var ettiği, sendikal hareketin de yeni hedeflerle ortaya çıktığı görüldü. İşçilerin hakları gelişti, örgütlenmeler güçlendi. Sosyalizmin ortaya çıkışının da etkisiyle kapitalist dünya, sosyal devlet uygulamalarını da tanıdı ve yaygınlaştırdı. 20.yüzyıl için “kapitalizmin bin yüzünün göründüğü çift kutuplu bir sihirli küre” denilebilir.
İşte bu ortam içinde 20.yüzyılın ikinci yarısında var olan sistemi baştan sona sorgulayan yeni bir anlayış ve hareket ortaya çıktı. 1968’de bir toptan değişimin fişeği atıldı ve Paris’te gençliğin başını çektiği isyan hareketi başladı. Gençlik, işçi sınıfının kapitalizme yönelik eleştirilerine sahip çıkıyordu. Ama bu tepkiyi kendi yaşam biçimini dönüştürecek ve özgürleştirecek bir çerçeveye oturtuyordu. Fransa 68, dünyaya hızla yayıldı. Özgürlükçü taleplerin, kapitalizme karşı direnişin ve değişim çağrılarının simgesi oldu. Elbette bu gelişmeler Türkiye’yi de etkiledi. Gençlik, toplumsal değişim taleplerinin en önde gelen temsilcisi oldu; işçi hareketleri yükseldi; sendikalar gelişti.
1968, var olan işleyişleri ve ilişkileri kökünden değiştirmeyi sağlayan bir hareket noktası olmuştu. Dünya dillerine, ‘’68 kuşağı’’, ‘’68’liler’’ gibi kavramlar girdi.
1980’lerden sonra bütün dünyada yeni bir hareket gelişti. 2000’lere kadar iyice yaygınlaşan eğilimler, “küreselleşme” adı altında tanımlandı. Tüm insanlar için güvencesizlik arttı; ucuz işgücü politikası yaygınlaştı; örgütsüzlük egemen oldu. ‘’Her koyun kendi bacağından asılır’’ anlayışı içinde değerlerin baş aşağı olduğu, yoksullaşmanın iyice arttığı, küresel gelir uçurumunun derinleştiği bir dönem yaşandı. Üstelik bu uçurum ve farklılıklar kişisel farklılık olmanın ötesine geçerek gerek uluslararası gerekse bölgeler arası düzeyde giderek yaygınlaştı ve derinleşti.
Buna karşın krizler sona ermedi. 2008 yılında yeni bir dünya krizi yaşandı. Bu kriz var olan durumun bütün ülkelerde sorgulanmasına yol açtı. ABD finans piyasalarından başlayan çözülme, bilinen bir hikayenin yeniden yazılması gibiydi. Her yaygın krizde olduğu gibi 2008 krizinde de fonlar, birikimler sermayeye aktarıldı ve krizden çıkabilmek için işçi sınıfı ile tüm emekçilerin daha da zayıflatıldığı adımlar atıldı.
Ama cin şişeden bir kez çıkmıştı. Artık kimse var olan düzenin meşruiyeti konusunda ikna olmuyordu. Yaygın protestolar, dünya çapında işçi hareketlerinin yükselmesi oldukça uzun bir süre devam etti. Bu arada, iklim krizi ve küresel ısınma en önemli sorunların başında varlığını sürdürüyordu. Bu süreç içinde, 2019 yılında Covid-19 salgını başladı ve insanlık dünyayı çöplüğe dönüştürmenin bedelini ödedi; ödemeye de devam ediyor. Maddi ve manevi anlamda tüm değerleri körelten bir katılık ve fırsatçılık içinde “beşeri kimliği” yaralayan bir sürecin sonuna yaklaşılıyordu. İnsanın ‘’toplumsal’’ bir varlık olduğu gerçeğine ve bu anlamda “doğasına” aykırı bir düzenin ipliği pazara çıkmıştı.
Belki de ömrünün sonuna geldiği için, ölümünü geciktirmek amacıyla sermayenin saldırılarını daha da arttırdığı görüldü. Hiçbir şekilde kendi çıkarından vazgeçemeyen, bütün maliyetleri işçi sınıfının ve emekçilerin üzerine yıkarak varlığını sürdürmeye çalışan küresel bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Devletleri ve siyasal iktidarları bir piyon gibi kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalışan küresel, emperyalist sermayenin denizin artık bittiğini kabul etmesi zor görünüyor.
Belli ki bu nedenle Fransa’da emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkarmak için harekete geçtiler. Bunu başarabileceklerini düşünüyorlardı ama öyle olmadı. Fransa patladı. 1968’de de böyle olmuştu. Fransa’nın sözde demokratik iktidarı, meclisi ‘’atlatarak’’ yasa yapma yolunu denedi ve meşruiyeti mahkeme kararında aradı. Oysa bu dolambaçlı yollar yalnızca atılan adımın hukuk dışı ve anti-demokratik niteliğini iyice ortaya koymaktan başka sonuç doğurmadı.
Fransa direnmeye devam ediyor. Artık dar anlamda işçi sınıfını da aşan, toplumun bütün ücretli ve emekçi kesimlerine ulaşan bir tepki var. Çünkü küresel sermayenin emeğe yönelik küçültücü ve yoksullaştırıcı saldırısı herkesi hedef almış durumda.
Dünya emekçilerini bundan sonra haklarının ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına razı etmek kolay olmayacaktır. 2000’li yılların başından itibaren iyice yaygınlaşan özelleştirmeci, ucuz ve güvencesiz çalışmayı öngören uygulama ve yaklaşımların artık sonu gelmiştir. Fransa, son yaşananlarla bu durumun en açık kanıtlarını ortaya koymaktadır.
Dünya yeni bir değişimin kapısındadır. Kamusal ve toplumsal güvencelerin geliştirildiği, insan onurunun her şeyin üzerinde tutulduğu, emekçilerin ve bütün halkın insanca yaşama koşullarının sağlandığı yeni bir dünyanın doğuşuna tanıklık ediyoruz. Fransa bu dünyanın kapısını aralıyor, 20.yüzyılın 68 kuşağının yaptığını, şimdi 21.yüzyılın 23 kuşağı yapıyor. Dünya dönüyor; demokratik haklar için mücadele devam ediyor. Değişim, değişmeyen tek gerçek olarak kendisini bir kez daha ortaya koyuyor.