Türkiye’de 2012 yılında yapılan bir dizi değişiklikle çalışma yasaları yeniden düzenlendi. 12 Eylül ürünü olan 1983 tarihli 2821 sayılı Sendikalar ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi yasaları yürürlükten kaldırıldı. Yerlerine “6356” sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası çıkarıldı.
Değişikliğin gerekçesi, antidemokratik darbe yasalarından kurtulup, yerine, özgürlükçü yeni bir çalışma ilişkileri düzeni oluşturmaktı. Uluslararası çalışma örgütünün evrensel özgürlük ölçütlerine aykırı ne kadar hüküm varsa ayıklanacaktı. Yasanın gerekçesine de bu durum açıkça yazıldı ve bununla övünüldü.
6356 sayılı yasanın yürürlüğe girişinden bugüne 13 yıla yakın bir süre geçti. Bugün ne görüyoruz? Özgürlükçü bir sendikal haklar, toplu sözleşme ve grev hakkı düzeni mi?
Ne yazık ki hiç de öyle bir durum olmadığı ortada. Biraz mizahi bir deyimle “Çelebi, böyle olur bizde özgürlük dediğin. (!)” durumundayız.
Neden böyle acaba?
Öncelikle yasal değişikliklerin önemli bir bölümü, “değiştirir gibi yaparken olduğu gibi bırakmanın” olgun örneklerini oluşturuyor. 2010 anayasa oylamasında başlayan bu alışkanlık, özellikle toplu sözleşme ve grev düzenlemeleri yönünden 6356 sayılı yasa değişiklikleri sırasında da devam etti. Gerçekten de, üyelikte noter koşulunun kaldırılması, işyeri sendika temsilcilerine “kaybettikleri eşeği yeniden buldurma”, sendikal yapının ve genel kurulların faaliyetlerinde kimi olumlu düzenlemelerin gerçekleştirilmesi gibi konularda önemli adımlar atıldı. Ama iş, toplu sözleşme ve grev düzeninin özgürce oluşturulmasına gelince, var olan “özgürleştirici” iradenin tümüyle ortadan kalktığını gördük. Öyle ki bazı düzenlemelerle 12 Eylül faşizminin ön gördüğünden daha “sıkı” hükümler bile yeni olarak getirildi. Örneğin yetki düşürücü süreçler darbe yasalarında olduğundan daha geniş düzenlendi.
İşverenler “uluslararası rekabet için” ucuzluk istiyordu. Devlet de Osmanlı’dan devralarak bugüne taşıdığı “işçi hareketini ve sendikaları denetim altında tutma” eğilimini sürdürüyordu. Böylece “ucuz ve esnek bir iş gücünün var edilmesi ve sürekliliği” yasal güvenceye kavuşturuluyordu.
Bu öylesine güçlü bir eğilim olarak varlığını sürdürüyor ki, bugün bile çok önemli konularda anlamsız yasaklarla ve gizlilik kuralıyla üstü örtülmeye çalışılan engelleyici adımlar var. Bu adımlar bilinçli bir şekilde gündeme getiriliyor ve işçilerin örgütlenmesine açıkça engel oluşturuyor.
Örneğin, Türkiye, 40 yılı aşkın bir süredir anayasasında ve yasalarında bir hak ve özgürlük olarak düzenlediği sendika üyeliğini bir türlü güvenceye kavuşturamıyor. Onlarca yıldır, sendika üyesi olanların toplu olarak ya da tek tek işten çıkarılması bir türlü önlenemiyor. Böylece yeni özgürlük düzeni “özgürlüklerin kullanılmasını sözde bırakacak şekilde” içi boş olarak uygulanıyor. Yasalarda yapılan kimi geliştirici değişiklerin ise bu bağlamda hiçbir önemi kalmıyor.
Bu konuda başka bir örnek, yeni yasal düzenlemelerin belki de en olumlu ve önemli adımı olan, sendikalara üyelikte ve üyelikten ayrılmada noter koşulunun kaldırılmasına ilişkindir. Bu değişiklikle Türkiye, dünyada hiçbir örneği bulunmayan ve sendika üyeliğini demokratik bir hak olmaktan çıkartan baskıcı ve utanç verici bir uygulamadan, başka bir deyişle bir ayıptan kurtulmuştur. Üyelik artık e-devlet üzerinden ve SGK kayıtları esas alınarak gerçekleştirilecektir. Gerçi bu değişiklik de özgürlükçü sayılması zor olan ve devlet denetimini yakından sürdüren bir düzenlemedir. Bu anlamda uygulamada ortaya çeşitli sorunların çıkacağı, daha yasalaşma aşamasında, özellikle Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) tarafından açıkça dile getirilmiştir. Ama şimdi konumuz, noter koşuluna göre daha özgürlükçü bir düzenleme olarak getirilen “e-devlet üzerinden üyelik” uygulamasının amacından nasıl saptırıldığı ve özü anlaşılmadan (!) uygulandığı konusudur.
6356 sayılı Yasa ile sendikaların işyeri ve işkolu yetkileri için 12 Eylül cuntasının getirdiği istatistik sayım düzeni kısmi değişikliklerle korunmuştur. Bir işkolunda hangi sendikaların yasal barajı aşarak, Türkiye çapında işkolu düzeyinde toplu sözleşme yapma genel yetkisine sahip olacağı, Çalışma Bakanlığınca her yıl Ocak ve Temmuz aylarında yayınlanan istatistiklerle belirlenecektir. İşkolu barajını geçen sendikaların hangi koşulları sağladıklarında işyeri ve işletme düzeyinde toplu sözleşme bağıtlama yetkisini kazanacağı da, yine, 12 Eylül düzeninde olduğu gibi bırakılmış ve Bakanlığa başvuru koşuluna bağlanmıştır.
Şimdi, burada özgürlükçü bir düzen içinde beklenen ya da olması gereken nedir?
Bakanlığın bu istatistik gücünü, “yeni düzenlemeler çerçevesinde” açık ve güvenli bir sistem yaratarak kullanması beklenir. Nitekim uygulama 2012 sonunda ilk kez başlarken böyle başlamıştır. Yasa uygulamaya girmeden önce bir yıllık geçiş dönemi ön görülmüş; bu dönem içinde bütün üyelikler gözden geçirilmiş; sendikalarla karşılıklı olarak üye kimlikleri açıkça paylaşılmış ve veri tabanı güncellenmiştir. Bu güncelleme sonucunda sendikalardaki bilgi ile bakanlıktaki bilgi özdeş duruma getirilmiştir. Sonuç olarak yasa değişikliğinden önce %55 olarak görülen gerçek dışı sendikalaşma oranı da yaklaşık 1 milyona inerek %10’un altına gerilemiştir. Acı gerçek şudur:30 yıl boyunca, gerçek olmadığı bilinmesine karşın, baraj gerekçe gösterilerek toplu iş sözleşmesine ulaşması engellenen onlarca sendika ve milyonlarca işçinin var olduğu açığa çıkmıştır. Bu ürkütücü gerçeği bir yana bırakacak olursak, anlaşılması gereken, yeni yasa yürürlüğe girerken bütün üyelik bilgilerinin sendikalarla Bakanlık arasında aynı sonuçları verecek şekilde açık olarak paylaşıldığıdır. O günden bugüne kadar da tüm işkollarında kayıtlı işyerleri ile o işyerlerinde sendikalara üye olan işçilerin kimlik bilgileri ve sayıları her ay düzenli olarak yayınlanmış ve sendikaların erişimine açılmıştır.
Buraya kadar özgürlükçü ve demokratik bir değişim izlenimi ediniyoruz. Ama, şimdi bakın; bundan sonra neler oluyor?
Önce, SGK, daha önce sendikalara sunulan verileri, Kişisel Verileri Koruma Yasasını gerekçe göstererek karartıyor ve sendikalara verilmesini yasaklıyordu. Böylece artık işyerlerinde ve işletmelerde çalışan işçilerin kimlik bilgilerine sendikalar ulaşamıyordu. Bir işyerinde çalışan işçinin “o işyerinde çalıştığı bilgisini sendikaya vermek” sakıncalı bulunmuştu! Ama o işyerinde yetkili olabilmek için çalışanların işletmede %40’ını, işyerinde yarıdan fazlasını üye yapma zorunluluğu, “uluslararası sendikal normlara uygun”(!) bir düzenleme olarak yasadaki varlığını sürdürüyordu. Sonra elbette “hukukçu” olmaktan çok “tetikçi” olarak nitelendirilebilecek işveren vekillerinin elinde, bu düzenleme, “toplu sözleme masalarında “üyelerin ücret bilgilerini bile sendikaya vermemek için gerekçe olarak kullanılma noktasına” kadar ileri götürülecekti. Bugün memleketin durumu budur!
İkinci konu, yetki tespitine itiraz konusunun sistemde hiçbir değişiklik olmamış gibi “süründürülmesidir.” “SGK kaynaklı veriler esas alınacağına göre bu bilgileri SGK’ya sunan işverenlere bir itiraz hakkı nasıl tanınabilir.?” sorusu hiç dikkate alınmamıştır. Oysa, yeni yasal yapının doğal sonucu, ortaya çıkabilecek “maddi hata” itirazları dışında işverenler tarafından yapılacak hiçbir itirazın dayanağının kalmamış olmasıdır. Ama haklarını teslim etmek gerekir: Yeni örgütlenen tüm işyerlerinde işverenler kendilerine tanınan bu yasal itiraz haklarını -zaman zaman şeytanın bile aklına gelmeyecek yol ve yöntemlere başvurarak- onlarca yıl tepe tepe kullanmışlardır; bugün de kullanmayı sürdürüyorlar. Yetki ve yetki tespiti süreçlerinde neredeyse yarım yüzyıldır anlamlı hiçbir iyileşme ve hızlanma görülmemiştir. Yapılacak bir araştırma, yeni yasa döneminde eskisine göre itirazların çoğaldığını ve dava sürelerinin de uzadığını ortaya koyacaktır. Bir kez daha belirtelim ki, yeni üyelik kayıt sistemi çerçevesinde işverenlerin işyeri ve işletme düzeyindeki yetki tespit itirazları, yasanın, “sendikal hakları geliştirme” amacına aykırıdır. Bu hak sendikal özgürlüklerin kullanımını engelleyici olmaktan çıkarılmalı, bu nedenle olağanüstü sınırlandırılmalı ve yalnızca maddi hata için kısa sürede sonuçlandırılacak şekilde tanımlanmalıdır. Bugünkü şekliyle bu itiraz düzeninin hiçbir mantıklı gerekçesi bulunmamaktadır. Bu düzenleme adeta yasa yoluyla sendikal hakların kullanılmasını engellemek için “işverenlere rehberlik yapma” işlevini görmektedir.
Değişen sistem içinde hiçbir değişiklik olmamış gibi sürdürülen bir başka ve son bir örnek olarak Ocak ve Temmuz istatistikleri verilebilir. Son dönemde, Temmuz 2024’te yayınlanan istatistikte Devrimci Sağlık-İş Sendikası’nın %1 yerine %0,99 da kalması (belkide bırakılması) ile iyice gün yüzüne çıkan bir tartışmadan söz ediyoruz.
Özetle Devrimci Sağlık-İş diyor ki; “Sendikamızın üye sayısı sizin açıkladığınız gibi 7.400 değil 7.500’dür. Biz size üye listemizi verelim. Siz de bize kendi listenizi verin; karşılaştıralım. Ayrıca işkolundaki çalışan sayısına sağlık işkolunda yer almaması gereken bazı kamu görevlilerini de eklemiş görünüyorsunuz. Bu konuları görüşelim, Bizi ikna edin; iddiamızdan vazgeçelim ya da yanlışlık varsa, yanlışı geri dönülmez noktalara ulaşmadan düzeltelim. Adaletsizlik olmasın; hak kayıpları yaşanmasın.“
Çalışma Bakanlığı’nın değişik kademelerindeki yetkililer ile, sayın bakan dahil, görüşmeler yapılıyor. Ortaya çıkan sonuç, yine özet olarak. “Bizde bir yanlış yok. Size üyelerinizin bizdeki listesini veremeyiz. Yasadaki düzenleme uyarınca hakkınızı mahkemede arayabilirsiniz. Bu sizin yasal hakkınızdır.)
Doğru; gerçekten de yasada, “istatistiklere itirazın 15 gün içinde mahkemeye yapılacağı” belirtiliyor ama bu hüküm yaklaşık 45 yıldır var. Üyeliğin noter koşuluna bağlı olduğu günlerden ve hiçbir doğruluk taşımayan sendika üye sayıları döneminden kalma. Oysa, şimdi SGK verileri temel alınıyor. Sözde herşey açık ve her ay yayınlanıyor. Buna karşın Bakanlık diyor ki; “Her ay açık olabilir ama benim istatistik yayınladığım Ocak ve Temmuz aylarındaki açıkladığım listelerdeki üyelikler gizlidir. Sonuçları söylerim, listeleri veremem. Doğru olup olmadığını öğrenmek istiyorsanız mahkemeye başvurun. Ben size üyelerinizi bildiremem” Oysa Bakanlığın bu istatistiği yayınladığı 24 Temmuz 2024 tarihinden 24 gün öncesinde üyelikler açıkça yayınlanıyor. Bununla da kalmıyor; istatistiğin yayın tarihinden bir hafta sonra, 1 Ağustos 2024’deki üyelikler de açık ve ulaşılabilir durumda. Ama Bakanlığın 24 Temmuz’da belirlediği üyelikler açıklanamaz. Neden? Çünkü Yasa diyor ki; “İtiraz 15 gün içinde mahkemeye!..”
İnsan gerçekten bunalıyor.
Demokratikleşmek, özgürleşmek ve değişmek bu mu? Özgürleşmemek ve değişmemek için bu kadar direnç nedir? Mahkemeye gittiniz; sonuç en az 2-3 yılda çıkacak. Diyelim ki 2 yıl sonra Devrimci Sağlık-İş ya da benzer durumdaki başka bir sendikanın %1 barajını geçtiğine karar verildi. Tarih dondurulup, işçiler kendi üye oldukları sendikalara geri döndürülüp toplu sözleşme hakkına kavuşabilecek mi? 2 yıl boyunca toplu sözleşme hakkına ulaşması engellendiği için işçilerin doğal olarak başka arayışlara gireceği bilinmiyor mu? Toplu sözleşme bağıtlama hakkı verilmeyen bir sendikada işçilerin yıllarca üye kalması beklenebilir mi? Bunun mümkün olmadığını herkes bilmiyor mu?
Dolayısıyla yeni sistemi amacına ve özüne uygun işletmediğinizde, bilinçli ya da bilinçsiz, bazı sendikalara “operasyon yapılmasına” aracı oluyorsunuz. Çalışma Bakanlığı yeni sisteme güveni devam ettirmek ve Bakanlığın saygınlığını korumak istiyorsa, var olan inceleme ve karar yetkilerini artık yasal düzenlemelerin özüne ve amacına uygun şekilde kullanmak zorundadır.
Unutulmamalıdır ki son 15 yıllık süre içinde işçiler sendika üyeliği konusunda eskisine göre daha güvencesiz durumdadır. Çünkü işverenler daha saldırgan ve atak davranmaktadırlar. Üye olan işçilerin işten çıkarılması daha yaygın bir uygulamaya dönüşmüştür. Yasal denetim süreçleri temel hakları güvenceye alacak şekilde işlememektedir. Yetki, toplu sözleşme ve grev süreçlerine ilişkin tüm yasal düzenlemeler, kötü niyetli uygulamaları, en hafif deyimle, özendiren bir nitelik taşımaktadır.
Aslında bu durum 6356 sayılı yasanın hazırlıkları sırasında DİSK tarafından önceden görülmüş ve gereken uyarı yapılmıştır. DİSK’e göre yasanın hazırlık sürecinde toplu sözleşme yetkileri verilmeyerek ve toplu sözleşme hakkı gasp edilerek sendikalar “çirkin bir pazarlığa” zorlanmıştır. DİSK yeni yasal düzenlemeleri “12 Eylül mirası sendikal mevzuatın birkaç makyajla sürdürülmesi” olarak değerlendirmiştir. DİSK ayrıca bu yasanın 12 Eylül cuntası tarafından çıkarılan 2821-2822 sayılı yasaların bir benzeri olmaktan başka bir sonuç yaratmayacağını vurgulamıştır. Yine DİSK’e göre; “işkolu, işletme ve işyeri barajlarını koruyan, yasaklarla dolu mevcut toplu sözleşme düzeninin korunmasında direnen, toplu sözleşme hakkını tüm işçilerin kullanabileceği bir hak olarak düzenlemeyen, yıllarca süren yetki uyuşmazlıklarına çözüm getirmeyen, bütün grev engel, erteleme ve yasaklarını koruyan, sendikalara ve toplu sözleşme düzenine devlet müdahalesini ortadan kaldırmayan ve sendika üyeliği ile temsilciliğin güvencesini sağlamakta yetersiz kalan” bu düzenleme kabul edilebilir bir nitelik taşımamaktadır. (1)
Bu çerçevede Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ülkenin geleceğini, demokratik düzeni ve bu düzenin en temel göstergelerinden olan grevli, toplu sözleşmeli sendikal yapıyı kötüye kullanmalar karşısında korumak ve daha da ötesi geliştirmek yükümlülüğü altındadır. Yasada yer alan kimi biçimsel hükümlerin arkasına saklanarak bu sorumluluktan kaçınmak ülkenin demokrasisine, çalışma yaşamına ve en kutsal değer olarak görülen emeğin hakkını alması mücadelesine yapılabilecek kötülüklerin başında gelmektedir. Türkiye’nin en eski ve köklü kurumlarından birisi olan ve milyonlarca insanın hak ve özgürlüklerinin korunması konusunda her zaman kilit bir işlev yüklenmiş bulunan Çalışma Bakanlığı’nın üzerine düşen sorumlulukları demokratik bir anlayışla yerine getireceğine güvenmek istiyoruz.
- Konuya ilişkin olarak DİSK’in “BARAJSIZ, YASAKSIZ, SENDİKAL HAKLARIN GÜVENCE ALTINA ALINDIĞI BİR YASA İSTİYORUZ! başlığı ile yayınlanan basın duyurusunun metni için bkz: Üzeyir Ataman, 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun Değerlendirilmesi, Lastik-İş Sendikası Araştırma Yayınları, Aralık 2012, İstanbul. Syf. 28,29