2020 yılının başından itibaren bir ‘yeni başlangıç’ söylemidir aldı başını gidiyor. Özellikle Covid-19 salgını ve bağlı gelişmeler bir ‘değişim dili’ doğurmuş bulunuyor. Kimin neden ve neyi başlangıç olarak gördüğü çok belli olmamakla birlikte, yeni bir başlangıcın bir değişim bilincini gerektirdiği açıkça ortada. Salgın nerede doğmuş ve ne tür ekonomik, sosyal, psikolojik, siyasal etkiler yaratmıştır? Bu etkilerin geleceğe dönük yüzü nasıl şekillenecektir? Anlaşılıyor ki, her kesimin kendine uygun bir yeni başlangıç anlayışı ortaya çıkacaktır.
Bilinç aslında en öz ifadesiyle ‘farkında olmak’ demek. Bu anlamda bilgi sahibi olmaktan söz etmiyoruz. Birçok şeyi bilmek ve arka arkaya sıralamak, bilince sahip olunduğu anlamına gelmiyor. Örnek olarak resmi eğitim kurumlarından ilkokul-ortaokul düzeyinde eğitimden geçen birisi, ülkemizde Kurtuluş Savaşı’nı, Mustafa Kemal’i, vatanın düşman işgalinden kurtarıldığını bilgi olarak alır; birçok dönüm noktasını tarihleri ile anlatabilir. Ancak bu bilginin bir bilince dönüşebilmesi, Kurtuluş Savaşı’nın emperyalist işgale karşı verilen bir savaş olduğunu yorumlamayı gerektirir. Bu da yetmez; Kurtuluş Savaşı ile yeni bir düzen ve yeni bir devletin kurulduğunu, bu Devletin yurttaşlık bağı üzerinde yükselen bağımsız ve laik bir cumhuriyet olduğunu görebilmek gerekir.
Görüyorsunuz; bilgiden bilince geçerken bir yığın yeni kavram ortaya çıkıyor. Emperyalizm, laiklik, cumhuriyet, yurttaşlık, bağımsızlık, çağdaş uygarlık, hatta demokrasi gibi.
Buradan bir farkındalığı yaratmanın ve sosyal olayların gerçek niteliğini ortaya koyacak şekilde değerlendirme yapmanın hiç de kolay olmadığı anlaşılacaktır. Bilgi ezbere dayalı olarak da edinilip aktarılabilir. Ama bilincin böyle oluşturulması mümkün değildir. Çok yönlü ilişkileri kavrayıp değerlendirerek ortaya çıkarılan şeyin adı “bilinç” olur.
Benzer şekilde, örneğin, ‘sendika nedir?’ sorusuna verilecek yanıt da karmaşık bir nitelik taşıyacaktır. Kuru bilgi olarak, sendikaların toplu sözleşme yapan örgütler olduğu ve Türkiye’de 1947 yılında ilk kez yasal olarak kuruldukları söylenebilir. Ancak sendikaların yalnızca toplu sözleşme yapmadıkları ve toplumsal bir mücadele örgütü oldukları gerçeği, bizi bilgiden bilince götüren aşamadır.
Doğrudur; bilgi olmadan bilinç olmaz. Ama bilinç için bilgi yetmez; bu bilginin yaşanılan gerçeğin çok yönlü olarak farkına varılmasını sağlayacak bir çerçevede özümsenmesi gerekir.
Toplumlar tarihsel olgulardır. Şimdi, ‘Yine anlaşılmaz bir söz ettin.’ diyebilirsiniz. Ama gerçekten de, tarihe bakıldığında şöyle ilginç sorular sorulabilir: Dadaloğlu eşkıya mıdır? Köroğlu eşkıya mıdır yoksa halk kahramanı mıdır? Robin Hood hikayeleri ne anlama gelir? Yoksulu doyurma mıdır; yoksa birilerinin mal varlığını zorla gasp etmek midir? “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diyenler neyin peşindedir. İnce Memed yalnızca bir sevda için mi eşkıyalık derdine düşmüştür? Nazım Hikmet neden yabancı diyarlarda dolaşarak hayatını geçirmiştir? Vatan haini midir? Yoksa vatanını çok seven bir insan mıdır?
Toplumsal olaylara ilişkin sorular böyle uzar gider. Örneğin, Adnan Menderes vatan haini midir: yoksa demokrasi şehidi midir? Yoksa gerçek bunların arasında bir yerde mi durmaktadır?
Toplumsal bilgi çok yönlüdür. Bu demektir ki zaman içinde olgular ve anlayışlar değişir. Sorun her zaman yaşanan gün içinde egemen ya da güçlü olan eğilimlerin, gerçek ve kalıcı olup olmadığıdır.
Burada başka bir düzey ortaya çıkıyor: Yaşanan günü aşarak, geleceğe ve kalıcı olana yönelik düşünebilmek önemli oluyor. İşte, bilinç, bu ayrımın yapılmasını sağlıyor.
Böyle bir bilinç ise, toplumsal anlamda en temel yatağını ‘sınıf gerçeğinde’ buluyor. O nedenle “sınıf bilinci”, bir toplumda ve dünya genelinde olan biteni anlamak için olmazsa olmaz bir değerlendirme biçimidir.
Dolayısıyla, bu çerçevede başka sorular beliriyor. Örneğin; neden Türkiye’de 1 Mayıs, 100 yıl sonra, 2010 yılında “İşçi Bayramı” olarak tanınabildi? Bu gecikme neyin nesidir? Hala temel işçi hakları neden doğru düzgün kullanılamıyor? Neden örgütlenme ve sendika üyeliği hala en büyük sorun? Ve neden sendika üyeliği işten atılma nedeni oluyor? Özgür bir toplu sözleşme ve grev düzeni neden hala yok? Gelir dağılımı hala neden çok bozuk? Yaklaşık 70 yıldır demokratik bir ortamdan ve sendikal mücadeleden söz edilmesine karşın gelir dağılımı neden düzelemiyor? Açlık sınırının altında asgari ücret olur mu? Ama var; neden? Neden düşüncelerinden dolayı insanlar baskı altında tutuluyor; hapislerde çürütülüyor?
“Neden ?” İşte bu sözcük, bilincin anahtarı. Toplumsal düzeyde de sınıf bilincinin kilidi.
Gelin, yaşanan bazı olayların nedenini, nasılını sorgulayarak bu sınıf bilinci işini biraz açalım. Ama önce bir iki cümleyle şu sınıf kavramına bakalım. Biliyor musunuz; Türkiye’yi yönetenler uzun yıllar boyunca “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” diyerek temel politikaları oluşturmuşlardır. Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyetin 70.yılına kadar geçen dönemde -1980’lerin sonuna ulaşır- sınıf esasına dayalı etkinlikler yasaklı kalmıştır.
Nedir bu kadar korkulan sınıf? Uyduruk ya da sadece zihinlerde var olan bir kavram mıdır? Yoksa yaşamın bir gerçeği olarak her yerde karşımıza mı çıkar?
Sınıf, aslında, insanların üretimde yüklendikleri işleve göre belirlenen nesnel durumlarıdır. Nasıl ki; bir çalıştıran mülk sahibi vardır; bir de mülksüz çalışanlar; bu gruplar işçi ve işveren olarak iki farklı toplumsal sınıfı oluştururlar. Genel olarak bu sınıflara, işçi sınıfı ve sermaye sınıfı adı verilir. Bunun bir başka örneği, tarımda toprak sahipleri ile topraksız köylüler ve tarım işçilerinin ayrı sınıfları oluşturması olarak gösterilebilir.
Bu ayrımların önemi nedir? Bu toplulukların tümü aynı toplum içinde yaşarlar; ama farklı çıkarları, dolayısıyla farklı talepleri vardır. Bu talepler genellikle birbiriyle çelişir. Çelişen taleplere dayalı olarak toplumsal çatışmalar kaçınılmaz olur.
Peki, bu farklılıkların bir arada yaşamasının yolu nedir?
Elbette bir yol, bir sınıfın başka bir sınıfa baskın çıkması ve diğer sınıfların taleplerini ezerek yok etmesidir. Burada devlet, sınıf mücadelesinin bir aygıtı ve egemen sınıfların baskı aracı olarak örtüsüz biçimde ortaya çıkar. Bu durumda durmadan yasaklardan, baskılardan, grev ertelemelerinden, işçilerin işten çıkarılmasından söz edip durulur. Kısaca diktatörlük yaşanır.
Farklılıkların bir arada yaşamasının başka bir yolu daha vardır. Bu yol da, demokratik bir toplum yapısının oluşturulmasıdır. Böylece farklı çıkarlara sahip toplum kesimleri taleplerini, karşılıklı müzakere ortamı içinde değerlendirme ve gerçekleştirme yolunu ararlar. Her toplumsal kesimin taleplerini özgürce dile getirmesine ve bu talepler için örgütlenmesine olanak tanınır. Burada toplumsal düzenin ve devletin baskısı dolaylı ve örtük olarak yaşanır.
Sınıflar taleplerinden vazgeçmezler; birbirlerinin yerine de geçemezler. Ama birileri bu farklılıklar yokmuş gibi davranabilir ya da davranılmasını isteyebilirler.
Çünkü sınıf mücadelesi, her alanda olduğu gibi, düşünsel açıdan da ideolojik olarak varlığını sürdürmektedir.
Dolayısıyla toplum içinde, ideoloji dışı, ‘saf’ bir talep, duruş, siyaset ya da kişilik yoktur; olamaz.
Gelin, şimdi de bu sınıf bilinci örneklerine yakından göz atalım.
Biliyor musunuz; 12 Eylül 1980 darbesini Halit Narin nasıl değerlendirmiştir? Halit Narin, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK)’in Genel Başkanıdır. 12 Eylül cuntası darbe yapıp ülkede kara bir dönemi başlattığında, Halit Narin, “Şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası işverenlere geldi” diyebilmiştir. Bu tutum, tarihte, sınıf bilincine sahip olmanın en açık ve çarpıcı örneklerinden biridir. Benzer şekilde 2000’li yıllarda TİSK başkanlığı yapan Tuğrul Kutadgubilik, Türkiye’nin Avrupa birliği üyeliği ve sosyal haklar konusunda değerlendirme yaparken “İşçilerin sosyal hak taleplerini Avrupa Birliği’ne üye olacağımız sabahtan önce kabul etmemiz beklenemez” şeklinde ifadeler kullanmıştır. Burada da yine toplumsal sınıfların, kendi çıkarları doğrultusunda nasıl bir bilinç oluşturabileceğinin çarpıcı bir örneği durmaktadır.
Buna karşılık, işçiler açısından bakıldığında, gerek kurumsal yapıların ve sendikaların gerekse tek tek işçilerin ulusal çıkarlar, milli birlik-bütünlük gibi kavramlar arkasında, sınıfsal yaklaşımlardan sık sık uzaklaştığı gözlenir. Örneğin grev hakkının tartışıldığı ve gerçekleştirilmeye çalışıldığı 1940’lı yıllarda bazı işçi kuruluşlarının “Biz grev hakkı istemiyoruz. Zaten kamu işçisiyiz. Kendi devletimize karşı grev mi olurmuş? “ şeklinde açıklamalar ve yayınlar yaptığı görülür. Bu bilinç bulanıklığının yalnızca bir tarihsel döneme özgü olmayıp, genel bir nitelik taşıdığını ortaya koyan en çarpıcı örnek yine 12 Eylül cunta yönetimine ilişkindir.
İşçi haklarını budayan, sendikaları ve meclisi kapatan, Türkiye’de koyu bir karanlığın yaratıcısı olan 12 Eylül 1980 cuntasının kurduğu Bakanlar Kurulu’na, Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu olan Türk-İş Genel Sekreteri Sadık ŞİDE, Çalışma Bakanı olarak girmiştir. İşveren Sendikaları Konfederasyonu TİSK’in başkanı, çok berrak bir değerlendirmeyle, ait olduğu sınıfın çıkarlarını bu Bakanlar Kurulu’nun en iyi şekilde temsil edeceğini ve işverenlerin yüzlerini güldüreceğini belirtirken; İşçi Konfederasyonu Genel Sekreteri böyle bir kurulda bakan olarak yer alabilmiştir. Elbette bu davranışın nedeni, 12 Eylül’cülerin bütün topluma yansıttığı, ‘memleketin uçurumun kıyısından döndüğü ve herkesin kurtuluş için kendilerine yardımcı olması gerektiği’ yönündeki ‘milli’ mesaja inanmaları ve bu doğrultuda sendikal faaliyet içine girmeleridir. Ancak bugün tartışmasız olan gerçek, böyle bir tutumun sınıf bilincinden yoksun olmaktan başka bir nedenle açıklanamayacağıdır.
Demek ki, bir işçi örgütü olmak ya da bütün işçi örgütlerinin birleştiği büyük bir birlik olmak bile işçi sınıfı bilincine sahip olmak anlamına gelmeyebilir. Elbette bu bir toplumsal trajedidir. Çünkü bu türden tavırlar alan işçi sınıfı örgütlerinin, toplumsal mücadeleyi ve işçi sınıfının taleplerini gerçek niteliğiyle ortaya koyup temsil edemediklerini gösterir.
Sözü şimdilik bitirirken, aslında yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası 2012 yılında yürürlüğe girerken, İşçi Konfederasyonları tarafından yasa hakkında yapılan değerlendirmelerin, sınıf bilinci konusundaki bulanıklığı bir şekilde yeniden gündeme getirdiğini de ifade etmek gerekiyor. Ayrıca sınıf ve bilinç konuları üzerine yürütülen değerlendirmeler, Covid-19 etkisi altında yaşanan tartışmalarla da doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle konu, somut ve güncel gelişmelerle bağlantılı olarak çok yönlü biçimde ele alınması gerektiğinden, sınıf bilinci konusundan devam edeceğiz.